15 Temmuz 2016… Oldukça sıcak bir yaz gecesi, yazlıktayım, ertesi günkü köşe yazımı yazmak için işe koyulmak üzereydim. Bir yandan yol arkadaşlarımdan sevgili aranjörüm, Uzak Yollar’ın tüm aranjelerini emanet ettiğim ve aynı zamanda çocukluk arkadaşım da olan, sevgili Ulaş Önal’ın doğumgünüydü bu tarih. Sabah telefonlaşmıştık. Malum, müzisyenler için zor devirler, ne terörü, ne yası, ne seçimi bitiyor ki, konserlerimiz iptal olmasın. Ramazan ayını geride bırakıyoruz derken, Atatürk Havaalanı’nda büyük bir terör patlaması oldu ve bayramda müzik sektöründe iş yapanlar, yaptıkları işleri paylaşmaktan utanmakla, yas tutmak arasında biryerde konser verdiler. Hal böyle olunca, hiçbirimizde, ne doğumgünü, ne düğün keyfi sürecek hal kalmadı. Dün çok sevdiğim arkadaşlarmdan Akasya Asıltürkmen ise bunca acı içinde, düğününü ertelemeyi seçti. Bu karmaşıklık içinde yapılabilecek en güzel şeyin, birbirimizin sesini duymak ve derinden bir ‘’nasılsın” ile birbirimize az da olsa kişisel muhabbetler yaratacak zamanı ayırmak olduğunu düşünmekteyim. Öyle de yaptık Ulaş’la o gün, biraz konuşup, yeni yaşı için aydınlık zamanlar düşleyerek, bitmeyen umudumuzla telefonu kapatmıştık… Aynı günün gecesinin böyle olacağını bilmiyordum, ne de güzel batmıştı güneş, bizim adada, o gece…
Normalde yazacağım konuyu, haftaiçinde yaşadığım olaylar tetikliyor, bütün hafta ”ne yazsam?” diye düşündüğüm bir tarih olmadı henüz, bereketli topraklardayız çok şükür. Zaten uğraştığım işler dolayısıyla, mevzu bulmakta zorlanmayacak haldeyim kabul ama şimdilerde sorsan, mahalle esnafının bile anlatacak o kadar çok şeyi var ki… Ülke gündeminden bir direkt etkilenen meslekler grubu mensubu olarak; konser iptalleri, bir patlamayla güme giden albüm, klip vs çalışmaları, iptal olan oyunlarım, insanların belirlediği samimiyetsiz ”İnstagram Yası” süresi dolmadan, herhangi bir röportajımı sosyal medyada paylaşmam dolayısıyla ”duyarsız sanatçı’’ bile ilan edilmemden ötürü, zaman zaman kırgınlıklar yaşasam da, böyle bir tarihe tanıklık ediyor olmak, bir sanatçı olarak beni daha çok yaratmaya itiyor. Karanlığa karşı, inadına aydınlık işler yapmanın, sessizliğe ve sağırlığa karşı, en güzel notalarımı kuşanmanın, ”susun biraz, ortadan yok olun’’ diyen korkaklara karşı, kalbime zırhlar geçirerek değil, cahilliği besleyecek suskunluktan ziyade, kalemimle doğru bildiğimi yazmam gerektiğinin bilincindeyim. Yaşadığımız yılları, savaş olarak görmüyorum, sadece büyük ve çok iyi çalışılması gereken, kocaman bir sınavımız var, biliyorum.
Bazen doğru sandığımız şeylerin ardında, bilmediğimiz yangınlar yanıyor, sonradan ayılıyoruz. O sırada konuşmuş olmak için konuşarak, birbirimizi öldürmekten öteye gidemiyoruz. Hiçbir siyasi görüşün, insan hayatından daha önemli olduğuna inanmıyorum. Bu hayata, önce yaşamak için geldik. Bildiğimiz yerden insanca yaşamak için, neden hep saldırganlaşmayı seçtiğimizi de anlıyorum artık. Tahammüller azaldı çünkü…. Gerçekten özgürlüğün olmadığı yerde, insanın yaptığı şey, tahammül etmektir. Kelime, kökü itibariyle ‘h-m-l’ yani hamallıktan gelir. Yani katlanmak, çekmek, taa ki patlayana kadar… Patlamak dediğimiz şey ise, doğru yerde ve zamanda ve doğru şey uğruna değil, sadece şişen bir balonun nerede patlayacağını, etrafına ne zarar vereceğini düşünmeden patlaması gibi olur. Öyle patlıyoruz biz de. Öfkeliyiz, yaşayamadığımız hayatlarımız için öfkeliyiz, ”onun yaşadığını ben niye yaşamıyorum” diye öfkeliyiz, kendini bulma yarışında değil de, hep başkasına gözümüzü diktiğimiz için öfkeliyiz. Sosyal medyadan savaşmak değil de, barışı güzelliği paylaşanlara bile saldırmamızın başka bir açıklaması olamaz. Hepimizin istediği, başkasının çok özendiğimiz huzurlu hayatıysa, barışa, aydınlığa, güzelliğe çağırana çemkirmemizin başka bir açıklaması olamaz. Öfkemizin sebebini, başkalarının seçimlerinde, görüşlerinde, hayatlarında, cinsiyetlerinde aradığımız sürece, bu öfkenin kimseye bir yararı olmayacak.
SIKI YÖNETİMDEN GEVŞEK ERİŞİME UZANAN YOL
Evet, 15 Temmuz 2016 gecesinden beri, hayatım boyunca görmediğim kadar çok vatan sevgisi ve bayrak görüyorum meydanlarda son iki gündür. Gördüğüm gerçek mi, onu bilemiyorum. Yaşamım boyunca vatanım, toprağım, bayrağım için, bana bu ülkeyi emanet eden Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde ve yolunda bir sanatçı olmaya çalıştım. 80 darbesinde henüz doğmamış olduğum için, filmlerden ve ailemden öğrendiğim günler, masal değil, gerçek olabiliyormuş bu devirde de, yaşadık o gece, yaşattılar…
”TSK yönetime el koydu” açıklamasını, yaşadığım çağ gereği, önce Twitterdan, sonra da rehin alınan TRT spikerinden öğrendim. İstanbul’da, iki köprü de askerler tarafından tutuldu, trafikte yakınlarımız korku içinde kalakaldılar. Sonra dönemin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Facetime ile canlı yayına bağlanıp, ”ülkenizi bırakmayın, meydanlara çıkıp vatana sahip çıkın” çağrısında bulundu. Sokağa çıkma yasağı ile meydanlara koşma çağrısı arasında kalan yegane bir nesiliz artık. Sıkı yönetimden, bir anda Turkcell’in gevşek erişimine terfi ettik, hattımıza acil durum paketleri bedava olarak yüklendi. Onca yıldır üyeyim, ”Platinium Üye” bile oldum, böyle kıyak görmedim, gerçekliğimiz şaştı vesselam… Son yıllarda meydanlara çıkanların ödediği bedel, bedenleriyle olduğundan, daha 10 gün kadar evvel ülkenin havaalanına canlı bombalı, toplu-tüfekli terör saldırısı olup, insanlar öldüğünden mütevellit, hangi ordunun kaçırdığı belli olmayan tankların üzerine çıkıp, ülke savunmaya da korkar olduk. Hooop yine ikiye bölündük, tanka çıkanlar ve çıkmayanlar! Hoş, ‘’çıkın” diye çağrıda bulunanların çoğu da, evlerinden tweet atmaktaydı, ertesi gün, vatan uğruna ölenlerin arasında kendilerini de göremedik. ”Olan, yine masuma, nereye çekersen oraya gidecek saflıkta olana oldu” diyenler türedi.
Tarihe not düşülsün diye, yorumsuz anlatmaya çalışıyorum, sonuç olarak, önce darbe odu, sonra o birkaç saatlik ama ödleri patlatan darbenin, ordunun içine sızmış olan, hükümetin savaşmakta olduğu cemaatin (FETÖ) yanlıları tarafından düzenlendiğini öğrendik. Türk halkı, demokrasi savaşına girdi ve tankların üzerine çıkıp, darbeyi durdurdu. Ne yaptığından haberi olmayan, emir kulu, 20 yaşındaki askerler, gözyaşlarıyla teslim oldular ertesi sabah… Ben, o gece İstanbul’da değildim. Bulunduğum yerde, sabaha kadar Ezan, Sela, Mehtermarşı ve İstiklal Marşı çalındı camiilerden. Bir kaç gün evvel, Tarkan’ın son single çalışması ”Cuppa’’ için, ”iyi mi, kötü mü?” diye birbirimizi yerken, meğer hayat ne de güzelmiş’i de görmüş olduk. Kurtuluş Savaşı’nda düşmanı yenince de Ezanlar hiç susmazmış, onu da twitterdan öğrendik. İstanbul’daki arkdaşlarım, yataklarından F16 sesleri eşliğinde korkarak kalkmışlar. Bir yandan da devam eden Ezan sesleri, 5 yaşındaki çocuklarına açıklama yapamayan anneler, sokakta ”ya Allah Bismillah” diye inleyen insanlar, kıyamet koptu sanan çocuklar…
Ertesi sabah, teslim olan askerleri kemerle döven, kafasını kesen, elinde kılıçla, silahla, sopayla sokaklara çıkan, az evvel bahsettiğim öfkenin kurbanı bir grup ruh hastası köprüde yerini aldı. Hakaret etmek için söylemiyorum, öfke, tedavi edilmeyince ruhi hastalığa sebep oluyor. Yoksa, ülkesi uğruna, demokrasi ve barış için meydana çıkan insanın, teslim olmuş, çocuk yaştaki, ne olduğundan habersiz, emir komuta zincirine uymaktan başka şansı olmamış olan masumu öldürmeye çalışmasının da başka açıklaması olamaz! Demokrasi ne zamandan beri milletin elindeki kemer, kılıç, silah oldu? Onu aradım, taradım, bulamadım Twitter’da, Allah da buldurtmasın. Darbeye karşı dururken, faşistleşip, kendiyle çelişen, fırsat düşkünü katilleri anlamak için, benim bile empatim yetersiz kalıyor, kalsın da, Allah affetsin, işte bu beni aşar. Zira onların vatansever değil, vatanhaini bile değil, ”yaradılış hainleri’’ olduklarını düşünüyorum. Allah kalplerine sevgi aşılasın, dünyaları yazsam, ben aşılayamam, kılıcı var bir kere, kafamı koparır falan, maazallah!
İşte tüm bunlar iki günde oldu. O gece size ‘’hangisi sensin’’ diye bir yazı yazmaya başlayacaktım, kısmet olmadı. Başkalarının seni görmek istedikleri kişi mi, başkalarının seni gördüğünü zannettiğin kişi mi, kendini başkalarına göstermek istediğin kişi mi, aslında etrafında kimse olmasa bile, tek gerçek olan, doğduğundan beri, ruhunun aidiyetine teslim olan varoluşunun gerçekliği mi? Tabii ki, hepimiz sonuncusuyuz. Kimin hakkımızda ne düşündüğü, bizi kimin nereye çekmeye çalıştığı, karıştığı, kızdığı ve hatta savaştığının bir önemi kalmayacak, özümüze dönersek…
Özümüz, bize sevmeyi öğütlüyor derinlerimizden. Önce anlamaya çalışmalıyız birbirimizi, kızdığımız, kırdığımız ve tartışıp yok saydığımız kişinin öfkesini keşfetmeliyiz önce. Bunca kaosun içinde, sinirlerimizin bozulmuş olabileceğini unutmamalıyız. Dün sevdiğim bir takipçim, ”ülkemi bölmeye çalışanların canını almak istiyorum” diye tweet attı, kılıçlılara özendi zaar, ancak iyi çocuktur, yıllardır takipleşiriz, müziği, sevgiyi yazışırız. ‘’Bu senin değil, yargının görevi ve biz savaşta değiliz, sen de katil değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın” dedim. Beni anladı, ”çok üzgünüm, ondan” dedi. Birbirimize girebilirdik de. Bu, bir anlık seçenekti. İki tweet ile düşman ya da kardeş olunabilen devirde, sevmeyi mi, savaşmayı mı seçeceğimiz ise, yazının başında bahsettiğim sınav kağıtlarımızda sonsuza kadar yazacak. Takdir de bizim, teşekkür de bizim, eğer istersek… Olmadı, öğrenene kadar aynı sınıfı tekrar tekrar okuyacağız.
Bu ”demokrasi bayramı’’ adı verilen şey için, 200 küsür insan öldü, isimleri şehit, anaları helva kavurmakla, korna sesleri arasında biryerlerde yaşıyorlar. Tüm olanlara yazılan komplo teorilerinden de gına geldi. Hiçbir siyasi kimliğe bürünmeden diyebilirim ki; Bana göre olanlarda tek bir gerçek sonuç var: İnsanlar öldü, gerisi laf! İki gündür de, sosyal medya üzerinden insanlık ölüyor, asıl darbeyi insanlık yiyor. Elbette vatanımıza sahip çıkacağız, şahsen ben, kendimi bildim bileli, burada da, yurtdışına çıktığımda da, şarkılarımda, yazdığımda, çizdiğimde de, ödediğim vergide de, ülkem adına yaptığım hertürlü yaratımımda da, Atatürk’ün izinden giden, aydın ve çalışkan bir sanatçı olmaya çalışarak vatanıma sahip çıkıyorum. Türk halkı olarak, bunu zaten 1923’den beri, (şimdilerde yasaklanmasına rağmen) her Cumhuriyet Bayramı’mızda, her 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mızda, her 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mızda, her 30 Ağustos Zafer Bayramı’mızda yapıyorduk, yapıyoruz, yeni bir şey değil. Ancak insanlar öldü, hertürlü faturanın mesleğime kesilmesine rağmen, tüm vicdani gelişimimle söylemek isterim ki; 200 küsür kişi ölmüş, insanlar böylesine bir korku, kayıp ve şiddet görmüş, psikolojileri altüst olmuşken, ben o kornaya basamam. Ülkemi bildiğim yerden korumaya, Türk Vatandaşlığımı da bildiğim yerden yaşamaya devam ederim. Çünkü derdim, kimseye bir şey kanıtlamak değil. Güzeli, iyiliği, insanlığı, barışı, anlayışı, bizi birbirimize düşürmeye çalışanları ise yok saymayı, düstur edinmiş halimde haykırırım derinden: Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
Muhtaç olduğum kudreti başkasının kanını akıtarak değil, kendi kanımda buluyorum, asil başkomutanım Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, sonuna kadar da yalancısıyım. Bir olmak, vatan için birlik ve beraberlik duygusuyla yaşamak, zaten her ülkenin olmazsa olmazı, biraz da doğru bireyler olmayı başarabildiğimiz, nereye çekilirsek oraya gitmediğimiz, akıl, vicdan ve sağduyuyu elden bırakmadığımız günler diliyorum hepimize.
Hangisi sizsiniz? Attığınız tweetler kadar uzun boylu olun inşallah sevgili okur. Nefret etmeyi bırakıp, sevmeyi seçin, herkesi, herşeyi, yaşadığımız zorlu günleri bile… Doğru cevabı, doğru soruları doğru şekilde sormayı başarığımızda alacağız. Kaybettiğimiz şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır, yaralılara acil şifalar, ülkeme de aydınlık, özgür ve huzur dolu günler diliyorum. Darbe almış vicdanlarımıza da sarılalım biraz, bize varoluşu anlatabilir, başını okşayabilirsek…
Ben Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki o gencim, ya siz?
Aşk’a uyanın, gerisi kolay…
MERVE ÇALOĞLU
(Yazıların ve görsellerin tüm hakları saklıdır.)