Yaşıyorum Bu Hayatı Öpmese Bari

Bu sabah uyanmadım, özledim, böyle uyanılmaz çünkü…

Eşimi vicdanıma koyalı çok oldu be iki gözüm. Yokluk da başka bir beden adeta, sadakatten öldü dersiniz arkamdan. Sadığım saflığına, kalbine, sonsuz ruhuna, kibarlığına, bu zamana ait olmayan tavrına. Gündüze öfkeliyim bazen hâlâ, hâlâ o acı telefonun zili kulağımda. Kırmızı bir ev telefonum vardı o ara, nerede eski kırmızı bir ev telefonu görsem içim taşar, sel olur gökyüzüm. Şimdi telefonun ekranında ağlıyor aşklar. Gittiğinden beri çok şey değişti. Seni göremediğimin bin katı kadar görebiliyorum herkesi, elimin içindeki yalan dünyadan artık. Hiçbiri kalbini göstermiyor ama maskesinden tanımaya çalışıyoruz, kim neye düşman, neye dost diye. Seninle bir tek fotoğrafımız bile yok ama hafızam cennet. Elimde kalan bir mektubun var sadece, İnstagram’ı üzerime yapsalar, değişmem. Öfkeni, derdini, aşkını, hatalarını, özrünü, kalbini, beni yazmışsın. Ben hâlâ aynı ben, çok da değiştim ama içim aynı kız çocuğu, kumdan kale yapmaya bayılan, yıkılınca dalgalara kafa tutan, ağlamaktan korkmayan, ağladıkça daha da güçlenen, kahkahadan kaçmayan, “kim ne der” lerle yaşamayan, hep çok çalışan, hâlâ uykusuz, hâlâ geceye aşık, hâlâ tatlı bir çocuk görünce elini tutup, öpen, sonunu düşünmeyen… Sevdiler mi beni? Kızarsın diye kimseyi kıyaslamadım seninle. Seven de oldu, üstelik ölmeden başaranı da oldu senden farklı olarak. “Ohh hayat sana güzel” diyenlerim bile çok, ölüp ölüp dirilince öyle gözüküyorsun karşıdan hâlâ. Teknoloji ilerledi de, insanlıkta gram empati kabiliyeti kalmadı tatlım. Önyargıda herkes birbiriyle yarışıyor. Onları da öyle kabul ettim. Anlatmıyorum artık gönlü olmayana, ben kimim, kalbim ne renk, ufkum nerede…

Gören gelsin, isteyen boyansın rengime, sarılsın rüzgarıma. 

Fırtına’dan sağ çıkan bu uzunca yolun kaptanına da bu yakışır değil mi? 

Yukarıdaki mektubu, asla postalayamayacağım rahmetli sevgilime yazdım, ey okur. Bana göre ölüm de bir, yaşam da yıllardır. Yoksa siz sarılmayı hâla ten teması mı sanıyorsunuz? Hiç bilmeyen bir arkadaşımla konuşuyorduk, “Fırtına’nın ölüm yıldönümü yine” dedim. Hiç anlatmamışım meğer bunu ona. Şok oldu. 20 sene oldu üstelik gideli. Acıları kendime saklamayı seviyorum demek. Hem kim kimi ne kadar anlıyor ki şu hayatta, herkesin derdi boyunu aşmışken… Buralara da yazmazdım ama acıların içinden nasıl geçtiğimizi paylaşmakta fayda varmış, geçen biri söyledi. Hatta bunu da özel olarak isteyen oldu. Nasıl bu kadar güçlü kalabiliyorsun başlıklı bir mail aldım bu haftanın bonusu olarak, ben de inanamıyorum artık ama yazar/okur etkileşiminin de doruklarındayım. Nicelik kaygım yoktu, yazmak mevzu bahis olduğunda ama nitelikte sınıf atlayan gözlerinizden ve kalplerinizden ayrıca öperim. 

Konumuza dönecek olursak, İnstagram’ı da çok acıklı durumlarda kullanma taraftarı değilim. Yaradılış itibariyle, hali hazırda birbirimizle etkileşime doğmuş bir tür olarak, teknoloji sayesinde bu etkileşimi bin katına katladığımızı da göz önünde bulunduracak olursak, bence ne kadar güzellik, o kadar güzel geri dönüş. Tabii bu güzellik paylaşımı, her an tetikte bekleyen “hayat sana güzel”ci güruhta kaşıntıya yol açıyor olsa da, sallamayın güzel kardeşlerim. Daha evvel de yazmıştım, İnstagram Empati’yi Öldürüyor başlıklı yazıma göz atabilirsiniz, hâlâ aynını düşünüyorum, evet öldürüyor ama dirilteceğiz elbet, kendimizi aşağı çekmektense, “daha yukarı nasıl taşırım”a kafa yormaya devam ederek, tüm pesimistleri adam edeceğiz. Adam olmayan da olmasın, silin atın. Başkaları da bizi, biz de başkalarını sadece gözümüzle bilemeyiz, kalbimiz devrede değilse, gördüğün görüntü yanıltıcıdır hep. Ama çok biliyoruz, ondan hep bu  gümbürtü, bilgiyi de seçerek almak ya da azaltmak lazım, o da insanı tüketiyor. Yolu olmayan memlekette Ferrari’ye binmek gibi, ziyanlık… 

Kim kimi ne kadar tanıyabiliyor? Tanımaya gönlün varsa tanıyorsun herkesi. O halde atıp tutmayalım herkes hakkında, hemen peşin hüküm verip, kendi ruhlarımızı kirletmeyelim. Söz büyü, düşünceyse ya cennet ya da cehennemimiz. Hata da yapacağız elbet, bize de yapılacak ama daha kötüsü hatada ısrar bence, budur çağın vebası. Oysa mesafeni doğru ayarlarsan, kırılıp dökülmemek mümkün. Denge ararken şirazeyi  patlatmak da bir seçim tabii. Yollar açık olsun o zaman. En azından ardınızda bir mektup bırakın derim, kalp kırmak en hassas karma. Sana dokunmayan yılan reenkarne olur, torununu bile sokar! Ben söyliim de sonra şeyolmasın 😉

Onlar Karsa Ben Lavım

Ölüm mü? Her acı gibi içinden geçip atlatıyorsun. İzi kalıyor, rüyanda yoldaş oluyor, sen de ölümlüsün zaten, önemsizleşiyor, ha buradaymış, ha orada diyebiliyorsun. Özgürleştirerek sevmeyi öğreniyorsun ölümden de… Özlem baki ama acıyla değil, gururla, güzellikle, naiflikle, ilk bakış, ilk küsüş, ilk öpüşme heyecanıyla anıyorsun. Sonra kimselere kıyamıyorsun, sanki herkesin acısını bağrına basasın geliyor. Sonra o da geçiyor, biliyorsun ki, herkes kendi acısının savaşçısı, onlar için göğüs geremesen de, omuz olmayı öğreniyorsun. Kimseyi kimsede aramamayı, herkesle baştan başlamayı, hep çocuk kalmayı, kazıklarını sırtından söküp, mutlak güvenden asla vazgeçmemeyi ama aptallaşmamayı, yeniden sevmenin mucizesini, her sevmenin, her hayalkırıklığının yeni senler doğurduğunu öğreniyorsun. Hayat devam ediyor, sen dursan da, ruhun akıyor sonsuza. Düşmen gerektiğinde utanmamayı, kalktığında nefes alıp, yeniden başlamayı, bin kez yenilmeyi, yine de denemeyi, ne yaparsan yap, severek yapmayı, nerede olursan ol, severek olmayı, yoksa bırakmayı ”hayat” biliyorsun… Hep içinden geçerek, asla ve asla hiçbir duygudan kaçmayarak büyüyor ruhumuz. Bence bize ilaç olan zamanın hammaddesi de, içimizdeki kaldırmaya üşendiğimiz güçte saklı. Ben güçlü değilim, sadece üşenmiyorum yaşamak, iyi olmak ve hep sevmek için. Sen de üşenme, ey isimsiz mailin sahibi, yine yaz bana… 

Öpüşmek de güzel şey hâlâ cancağızım, uzatmak lazım onu. Kıymeti bilinmiyor günümüzde. Yazık. El ele tutuşmak mı? Ona Allah rahmet eyledi çoktan. Sohbet neydi? Story bakıyoruz ya, o da sohbet ve tanışmak işte. Muhteşem yüzyıl devam ediyor sen gittiğinden beri. Şimdi sana 20 yıl önceki gibi eşsiz bir mektup yazmak istesem, Whatsapp’tan grup mesajları dikkatimi dağıtır. Yalnızlığımız bile çok kalabalık artık. Yine iyi korudum cumhuriyetimi, görsen ağlarsın, ya takdir eder, ya gülersin iflah olmaz romantikliğime bu devirde. Whatsapp ne mi? Bilmeden öldüğün ve asla bir şey kaçırmadığın başka bir saçmalık. Hepsi birer sihirli küre ama geleceği bilemeyen falcılar gibi, yalan/dolan umut tacirliği platformlarından öte değiller… Çok azı hariç, Türkçe’yi doğru yazan da kalmadı. Konuşmak mı? Geçen yeni tanıştığım bir çocukla saatlerce yüz yüze sohbet ettim. Onu bulmak da mühim şey artık. Benim sensiz ilk zamanlarımdaki gibi, ayakta, olabildiği kadar açık ama acısından kaçmaya çalışırken duvarlarla kavga eden bir hali var. Hüznü derin ama sığlıkta yürümeye çalışıyor, oysa bir dalsa denizin dibine, özgür kalacak zihnindeki cehennemden. Onun da ilacı yine kendisi ve zaman. Yaralara derman olamayan bir teknolojimiz var işte. Yeni yeni oyun parkları kurduk kendimize, debeleniyoruz. 

Yine de ben, ne sığ sularda, ne de renkli ekranlarda boğmuyorum aşkı. Aramak mı? Hiç aramadım, o hep beni buldu, buluyor. Seni bulduğum deniz kenarı yoldayım ben yine. Ya da kapımdan içeri giriyor ansızın. Başka türlüsü gerçeğine çözülemeyecek bir kör kuyu. Hâla güvendiğim dağlara karlar yağıyor, tozu dumana katmıyorum artık. Onlar karsa, ben lavım, çözemeden eriyorlar. Ya da yıkarsa yıksın dalgalar, kumdan kale değil mevzum, birlikte oynamak gerek şu hayatı, çocuklar gibi. Sana iyi eğlenceler oyun arkadaşım, ben artık ebe değilim, yirmi yılda buna evrildim. 

Rüzgar da benim, deniz de. Fırtınayı sende bıraktım. Yarın sabah özlemeyecek, yine sadece uyanacağım. Hâlâ ölüm uzun, yaşam kısaysa, yaşıyorum bu hayatı izninle… 

Öpüşelim mi? 

                                 Aşk’a uyanın, gerisi kolay…

MERVE ÇALOĞLU

[email protected]

[email protected]

(Yazıların ve görsellerin tüm hakları saklıdır.)