Daha küçücük bir kızdım, gece yarıları kalkar, bir şeyler yazardım hep, sözcüklerin sihirli olduğuna inanırdım. Daha ne yaşadıysam, içimde hep bir bulma isteği. İnsanlar neden mutsuzlar, kızgınlar, neden bu kadar çok acı çekerler ve içinden çıkamazlar hayatın, bilmek ister ve bir sihirli değnekle dokunup, herkesi mutlu kılmak isterdim. Belki de bu yüzden sanatı seçtim. Başlı başına, sadece varolan genetik yetenek, yetmezdi devam etmem için, bunu şimdi daha iyi anlıyorum…
Yaşadığım yüzyılın şahitliğini ve kanıtlarını müziğimle ve yaptığım herşeyle arkamda bırakmak, bunu yaparken de belki birilerinin yarasına, bir sözcük ya da notayla merhem olmaktan daha huzur verici ne olabilir ki? ”Bir nota’’ deyip geçmeyin! Bir notanın, yani sesin yaydığı frekansın, bitkiler üzerinde bile inanılmaz etkisi var ve artık bu kanıtlanmış bilimsel bir gerçek. Duanın gücüne de, pozitif düşünme ve konuşmanın şifasına da, hep bu noktadan inanmaktayım. Ben inandıkça da, tüm bilimadamları hizmetimde çalışmaya devam ediyorlar sağolsunlar:) Ne düşünürsen, onu da hayatına çekiyorsun ya; Daha geçenlerde, radyolardan tanıdığımız değerli arkadaşım Jozi Zalma(Geveze) anlattı; İçi yarıya kadar pirinç dolu iki su bardağını, pirinçlerin üzerlerini geçecek kadar suyla doldurup, bardakları da A ve B olarak işaretledikten sora, folyoyla ağızlarını kapatıp, dolaba koyuyorsunuz. Her sabah, bir tanesine ‘’seni çok seviyorum’’ diyor ya da içinizden gelen en güzel sözleri söylüyorsunuz ve diğerineyse, ana avrat düz gitmekte serbestsiniz. 21 günün sonunda, biri filizlenirken, diğeri taşa dönüyor. Bir başka örnekse, geçenlerde izlediğim videoda saklıydı: Arılar, bal almak üzere çiçeğe konarken, Do notasıyla vızıldıyorlarmış ve çiçek de polenlerini teslim etmek üzere, açılıp saçılıveriyor o sesin büyüsüyle, orta yerinden:) Yani herşeyin püf noktası, frekans! Bu frekans dediğin şey, düşünceyle de yayılır, sesle de. Düşüncelerimiz de, dilimiz de, uyum içinde, güzel tınlasın. O zaman, dans!
Müziğin insan üzerindeki etkisi, artık zaten tartışılmaz. Hiç düşündünüz mü, neden diye? Sevdiğin şarkıyı neden seviyorsun? O notalarda ve sözlerin yaydığı frekansta kendini buluyorsun da ondan. Ya da kendi pirinçli bardağın olarak görmen gereken bedenin ve ruhuna, söylemeyi ihmal ettiklerini, o şarkı senin adına sana söylüyor, filizleniyorsun. ”Ben müzik dinlemem, sevmem” diyen yüzde birlik sınıftan insan tanıma şansına da sahip oldum, mutsuz ve renksiz insanlardı. Daha doğrusu, kendilerini mutluluğa layık görmüyorlardı. Bir çözülseler, konsantrasyonları dağılacak ve tutundukları başarılar kaybolacak diye korkuyorlardı. Taş gibi yaşamak, kolay, acımasız ve kendi canlarını yakmayan bir yaşam formuydu. ”Aman canım yanmasın da, mutlu olmasam da olur’’culardı onlar. Sonuç olarak, kendilerini banka hesaplarıyla gömemedik, mutsuz bilirdik, tabirleri caizdi, kayıp ruhlarına el Fatiha dedik…
AŞKLI TELDEN SÜRPRİZ MAJÖR!
Şimdi, biraz armoni dersi veriyormuş gibi yapacağım ama göz açıp kapayıncaya kadar yükleyeceğim bilgiyi, ey okur… Müzikte, majör tonlar, daha mutluluk verici, minör tonlarsa, daha melankolik ve hüzünlendiricidir. Bir şarkı, minör başlayıp, majör biterse buna, Sürpriz Majör deriz. Adeta, çekilen onca acı sonunda, mutlu sonla biten bir film gibidir böyle şarkılar. Bunu, dinlediğinizde, hiç müzik bilginiz olmadan da hissedersiniz. Duyduğunuz akorun yaydığı frekans, sizi mutlu ya da mutsuz kılabilir. Daha kolay anlatımla, sizi gaza getiren eğlenceli şarkılar ve duygulandırıp ağlatan şarkılar arasındaki fark, armonik yapılarından kaynaklanmaktadır. Yani, o armonik yapıların yaydığı frekans, gecenize, gününüze şeklini verebilir. Bu yüzdendir ”biraz geçmişi yad edelim’’ deyip, fasıllarda Hicaz’lara dalmalar.
Zaman tünelinde geçmişe de, gelecek umuduna da vizesiz uçuş için, müzik seçenekleri sonsuzdur. Üstelik, sadece akorlarla değil, yapılan müzikte biraraya gelen enstrümanların, hepbirlikte yaydıkları frekans da, üzerimizde aynı şekilde etki eder. Bazı müzikler, biz yorgun bir haldeyken, fazla yorucu ve gürültüymüş gibi gelebilir, o an, ruhun ihtiyacı olan, belki de trio bir grubun akustik ve sakin müziğidir. Ben mesleğim gereği, yoğun müzik bombardımanı altında olup, herşeyi dinlemeye çalışan biri olarak, kendi müzisyenliğimden soyutlanıp, gerçekten bir dinleyici kafasıyla birşeyler dinlemek istediğimde, daha sakin türleri tercih ediyorum. Şu an, alttan sevgili piyanist dostum Burçin Büke’nin piyanosuyla yaptığı bestesi çalıyor mesela… Eserinin ismi, Foça Tango. Böyle bir yazı yazdırma etkisine de sahipmiş meğer, tuşesine sağlık dostumun. Alın işte, bu yazımın kanıtı olarak, size bir güzel frekans örneği! Neyi, ne kadar ve neden dinlediğinize biraz daha dikkat edersiniz artık, bu kıyağımı da unutmayın 😉
Gelelim sadede:
Kendimiz etrafa hangi frekansı yayıyoruz? Hangi telden çalıyoruz hayat şarkımızı? Olana takılı kalıp, aynı şarkıyı mı çalıyoruz durmadan? Yoksa, yeni yeni akorlar keşfedebilmek için, özgür mü bırakıyoruz ruhumuzu? Gün içinde ağızımızdan çıkanı, kulağımız duyuyor mu? Farketmedik mi hala, ne söylersek onu yaşadığımızı? Hayat da tıpkı o arının konuğu çiçek gibidir, ister üzerine kon, ister etrafında dolaş, kokusunu alırsın ama yılanı bile deliğinden çıkartan tatlı dilin yoksa, sana dilediğini vermek için açılıp saçılmayacaktır. Saçma mı geldi söylediklerim? Yine de sen bilirsin sevgili okur, benim için farketmez ama kaybedecek bir şeyin yok, sadece, biraz da böylesini dene derim, en kötü sen haklı çıkarsın ve yine mutsuz olursun, zaten bunca yıldır da mutsuzdun… Sizlere, çocukluğumdaki gibi, sihirli değnekle dokunmayı vaadetmiyorum, insanın hayatını istediği yönde şekillendirebilmesi, zaman alabiliyor. Doğduğumuz günden bugüne, edindiğimiz kodlamaları kırmak için, önce istemek ve çalışmak gerekiyor. Ama ne yazık ki, hertürlü ihtirası için didinmekten çekinmeyen insanoğlu, ”kendini sev’’ dediğinde, tembellik ediyor. Kendini sevmek, kendine zaman ayırmak, kendini dinlemek, ne istediğini ve ne istemediğini bulmak için, özenle çalışmak gerek. Kendimize, Jozi’nin de anlattığı hikayenin sonucunda bağladığı gibi, her gün ‘’seni seviyorum’’ diyebilmekten gocunuyoruz. Niyeyse? Kime neyse? Delilik midir bu? Öyleyse bile, bunca yıl akıllı akıllı mutsuzlar olarak, ne kazandık?
Biliyorum, çok soru sordum ama siz de sorun kendinize. Sormaya başlarsanız, cevaplar gelecektir. Belki de, dediğim kadar uzun sürmez çiçeğinizden bal almaya başlamanız… Kendinizi keşif yolculuğu için, okyanusları aşmanıza gerek yok, binip notama istediğiniz uzaklara gidebilmeniz için, şahsen bir müzisyen olarak elimden geleni ardıma koyayacağıma söz veriyorum. Üstelik uçuşlarım vizesiz ve Aşk’a doğru… Ne söylerseniz, o olmaya hazır mısınız? Tabiriniz caiz olsun!
Ben Aşkçıyım, ya siz?
Aşk’a uyanın, gerisi kolay…
MERVE ÇALOĞLU
(Yazıların ve görsellerin tüm hakları saklıdır.)