Taksiye bindiğinde aklındaki şarkının çalması gibi, ağrının dindiği ilk saniye gibi, tam orada kalmak istiyorum ben. Yoksa ona küser, hiçbirinizle konuşmam. Üsteleyip, “neyin var?” diye soranı da yakarım, gemilere kanmam, limandan başlarım, umrum olmaz. Dua edin, ona küsmeyeyim. “Küsmeyeyim” yazan az kişiyiz, küsmeyeyimcileri koruyalım, küsmiimciler ölsün. Doğru yazmak için manimiz nedir? Ne mi diyorum? Hava güzel, bahar yerinde, sevin, küsmeyin, sahici olun, sarılmanız da, kavganız da film gibi olsun…
Malum devir değişti, artık sosyal medya olmasa, iletişim neydi, hatırlamaz haldeyiz. Bir anda tüm sosyal mecralar kapansa, bir süre sudan çıkmış balık gibi, elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemeyeceğiz sanırım. Geçen dolmuşta yanıma bir adam oturdu, on kere telefonu cebinden çıkartıp Whatsapp’ına baktı ve telefonu geri kapatıp, cebine koydu. Yazdığı mesaja cevap gelmesini bekliyor, gelmedikçe sinirlenip, kapatıp, cebine koyuyor, sonra dayanamayıp, tekrar telefonu çıkartıyor. Doğal olarak, ineceği noktayı bile kaçırdı. Sabır, güzel şeydi eskiden. Mektup yazardık ve cevap gelmesini beklerdik, sevmeyi bildiğimiz devirler vardı, saymayı da bilirdik. Öz saygımızı yitirmemişiz demek henüz. Ya da mesajımızı yazar, cevap gelince de bakardık. Şimdi öyle değiliz. “Okundu mu? Ekrana düştü de okumuyor mu? Okudu ama cevap yazmıyor, beni sallamıyor mu?“ gibi, özgüvensizlik boyutlarında psikolojik rahatsızlıklara sahibiz. Oysa çok kolay yöntemler var. Birinden o derece cevap almak istiyorsak, arayabiliriz mesela, açık açık ne soracaksak, gidip yüzüne de sorabiliriz ama yok, illa o sanal iletişimin bizi içine çektiği girdapta kalmak istiyoruz. Çıkmaya çalıştıkça daha da çok yakalanıyoruz. Çünkü bir yanımız maskesini çok seviyor, gerçek yüzümüzü saklayabildiğimiz, başka kimliklere bürünebildiğimiz, olmak isteyip de üşendiğimizden olamadığımız kişiyi mi orada buluyoruz acaba? Sebep her neyse mühim değil, düştüğümüz kuyu kör.
İnsanları teknolojinin bize sunduğu formatlar çerçevesinde analiz etmeye çalışmaksa, büyük bir yanılgı. Hiç bir iletişim aracı, yüz yüze konuşmanın sunduğu gerçekliği sunmaz, buna “facetime” da dahil. Araya bir araç girdiği andan itibaren, insan az da olsa kendine yabancılaşır. Çünkü hepimizde ilk başta kendimizi beğenme ihtiyacı vardır. “İnsan kendini beğenmezse, çatlar” derdi, rahmetli anneannem, işte o hesap. Kendi kendini başka bir araçtan duyarken ya da görürken, iletişimde olduğun kişiyle kurman gereken bağ zayıflar. Israrla, mümkün olduğunca göz göze iletişimi savunuyorum, bu geri kafalılık değil, hepimiz için bir kurtuluş yolu. Yanlış anlaşılmaları da, kafamızda kurduğumuz paranoyalarımızı da defetmenin ve özleyebilmenin bize sağladığı katkıya tekrar sahip olmanın yegâne formülü budur. Zira özlemek güzeldir. İlla kafanızda bir şey kuaracaksanız, oturun biraz birini özlemek için kendinize zaman verin. İlişkileri bu kadar kolay tüketiyor olmak, 7/24 her türlü sosyal ağdan birbirimize ulaşabiliyor olmaktan kaynaklanıyor. Üstüne bir de birbirimizin paylaşımlarına boğulup, yargılayıp, like’layıp, durmadan yorum yazıp çizmeyi de eklersek, birkaç seneye hepten yalnız kalmamız kaçınılmaz sonumuz olacak. Herşeyi dozunda tüketmekte fayda var vesselam.
Stresle başa çıkmanın yollarından biriymiş, dedikodu yapmak… Saçma sapan bir makalede okudum. Tabii ki bilimsel bir gerçekliği yok ama insanoğlu işte, başkalarının hayatını kurcalamak, zaaflarını, açıklarını görmek, kendi yaramıza merhem olur sanıyor. Yalnız olmamak için, aynı acıdan başkasında da bulmaya çalışıyoruz sanki. Oysa sosyal medyada acı bulmak, sadece terör ya da şehit haberini paylaşırken, yalandan ekran karartanlarla mümkün. Acımız da sahte, maskeli, filtreli, bir sonraki iletiye kadar yastayız. İnstagram’a göre, yaşayan en mutlu toplum biziz. Onu bunu bilmem ama bence stresi azaltmak şart. Yönteminizi siz bilirsiniz, benimki müzikten, sanattan, spordan geçiyor. Tabii bir de aşk olursa, kaymağı koymuş oluyoruz. Siz isterseniz, elalemin fotoğraflarına bakıp, dedikodu yapmaya devam edin ama o arada gerçek hayat kaçıyor, kesin bilgi.
Üst katımda, yıllardır birbirine fazla aşık, birbirleri olmadan adım atmayan karı koca komşularım var. Önce kadın, hemen arkasından da kocası Alzheimer oldular. Onu da birlikte tattılar. Aşkta sınır tanımıyorlar. Maskesizlikte zirvedeler. Ne yazık ki, artık beni de tanımıyorlar, geçen gece kapıda karşılaştık, “iyi sabahlar güzel kız” dediler. Zaman mefhumu da yitmiş. Normalde biraz suratsız bir çiftlerdi, şimdi fazla mutlular, ne zaman görsem gülümsüyorlar. Ben yanlarında suratsız kaldım artık. Stres azalınca, yüzler gülüyor işte. Kimsenin İnstagramı, dedikodusunun peşinde koşacak yer kalmamış beyinlerinde. Takipçilerim bilir, 4 ay evvel sevgili annem de ciddi bir beyin ameliyatı oldu, şimdi iyi çok şükür. Herhangi bir hafıza kaybı da yok ama ameliyattan beri, o da sosyal medyadan zevk almaz oldu. Girdiğinde sıkılıyormuş. Kimsenin hayatı ilgisini çekmiyor. Şimdi daha çok doğanın ve sokaktaki hayatın, tiyatronun, sinemanın, sanatın, gerçek yaşamın peşinde. Beyin işte, harika bir organ, ona iyi bakmamız lazım, yoksa istediği hayatı yaşamak için kendi kendine format atıyor.
Gel Maskesiz Gezelim
O halde, harddisc kendini yakmadan, bizim boşaltmamız lazım. O da ancak güvenle, sahicilikle, sevmekle ve sevilmekle mümkün. Sanalı, gözgözesi bir yana, gerçek olan kaya gibidir, sahte olan yel… Fazla kafanızı yormayın insanlar, olaylar, durumlar için yani. Bakın ve görün, sonra da geçin. Kafa yorarken 2020 yaptık takvimi neredeyse, yeter bence. Küsecekseniz, sahiden küsün, oradan buradan bloklamakla ya da sosyal medyadan laf sokmakla uğraşmayın. Gidin ve suratına bağırın. Böyle fotoğrafları suratına fırlatacağınız kavgalarınız bile yok artık, ey yeni nesil, herşey dijital… Selfie’lerinizi yüzüne vuramazsınız, gerçek bir bakışsa, asla unutulmayacak bir tokattır. Geçen bir takipçim mesaj atmış, “niye hep böyle oluyor?” diye. Mevzuyu yazmaya gerek bile görmemiş, “anlarsın sen” demiş. Gayet iyi anladım. Niye öyle oluyor, biliyor musunuz? Ben de bilmiyorum. Bildiğimizi sandığımız şeylerin de son kullanma tarihi var. Bilgi de sahtekar, değişken, dönek.
O sebeple, oluyor işte… Niyesine takılmak, zaman hırsızlığı. Siz olana bakın, bekleme yapmayın. Türkçe’yi de mümkün olduğunca doğru kullanın, çünkü harika bir dil. Naim Dilmener gibi eleştirmenlere laf atarken de lazım olur. Entelektüel adam, tek “L” ile. Yoksa hepimizi sanatımız savunsun, o da onu diyor özünde ama anlayan az. Bunu da bıraktım buraya, lazım olur falan 😉
Siz yine de küsmeyesiniz, hava güzel, bahar yerinde, sevin, küsmeyin, sahici olun, sarılmanız da, kavganız da film gibi olsun. Yoksa her yan dijital aşk, bir delete yeter sevdiceğim, gel maskesiz gezelim…
Ben en sevdiğin uzun metrajım, ya sen?
Aşk’a uyanın, gerisi kolay…
MERVE ÇALOĞLU
(Yazıların ve görsellerin tüm hakları saklıdır.)